Adalet ve Kalkınma Partisi Merkez Disiplin Kurulu Genel Sekreteri ve Karabük eski Milletvekili Avukat Hayrettin Dilekcan çözüm süreci ile ilgili değerlendirmelerde bulundu.
Dilekcan’ın bu sürece dair “Sistem Sorunu mu? Kürt Sorunu mu? PKK sorunu mu?” ve “Terör- Kürt Meselesi ve Çözüm Yolları” başlıklı her iki yazısı da ektedir;
SİSTEM SORUNU MU? KÜRT SORUNU MU? PKK SORUNU MU?
Şu sıralarda toplumumuzun önünde her kes tarafından tartışılan terör veya Kürt sorunu olarak algılanan ve değerlendirilen bir mesele önümüzde durmaktadır.
Herkesin Kürt sorunu olarak tartıştığı bu meselenin aslı esası nedir. Nasıl ortaya çıkmıştır.
Sorunlara doğru teşhis koymak ve doğru çareler üretmek için; Geçmişten dersler çıkarmak ve geçmişte yapılan hatalara düşmemek gerekir. Bunun içinde geçmiş hakkında doğru bilgilere sahip olmalıyız. Bu bağlamda tarihimizi iyi bilmeliyiz.
Bilindiği üzere, Osmanlı imparatorluğunda, Etnik kökene ve ırk esasına dayalı olmaktan ziyade dini kimlik ve aidiyetler ön planda idi. Müslim ve Gayri Müslim esasına göre hukuki düzenlemeler ve tanımamlalar mevcuttu. Yönetim yapısında bu husus ön planda bulunuyordu. Avrupa ve diğer devletlerle ilişkilerde buna göre değerlendiriliyordu.
Sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan askeri, teknolojik ve ekonomik alanlarda kaydedilen ilerlemeler karşısında kendisini yenileme ve geliştirmede başarılı olamayan, Osmanlı devleti, rakipleri karşısında zayıf duruma düştü.
Bu arada Avrupa’nın kendi içinde bir takım sosyal ve siyasal olaylar ortaya çıktı. 1789 Fransız ihtilali ile milliyetçilik ve ırk esasına dayalı halk hareketleri sonucu yeni siyasal tablolar oluştu. Milliyetçilik fikri tüm Avrupa halklarını sarıp kuşattı. Bu fikri ve siyasi akımlar sonucu meydana gelen gelişmelerden Osmanlı devleti olumsuz yönde etkilendi. Sanayi devrimi sonucu oluşan kapitalizmin kendine pazar arayışlarının da etkisi altına giren Osmanlı devleti ekonomik yönden de zayıf düştü. Koskoca imparatorluk adeta sömürge konumuna girdi.
Yönetim ve Askeri alandaki zafiyetler de eklenince yapılan savaşlar ve çıkan isyanlar sonucu Balkanlardaki topraklarını kaybetti.
Bu durum karşısında Osmanlı idareci ve aydınları kurtuluş ve çare arayışı içine girdiler. Bu bağlamda yerli ve yabancı unsurların da etkileri ile çeşitli reform ve ıslahat planları ve uygulamalarına yöneldiler. Tanzimat fermanı, Balta limanı anlaşması, Islahat fermanı, birinci ve ikinci meşrutiyet gibi çeşitli hukuki ve idari düzenlemeler yapıldı. Ancak bu düzenlemeler de çare olmadı. Osmanlı Devletini parçalamak isteyen devletlerinin teşviki ve himayesindeki Milliyetçi unsurların harekete geçerek, ayaklanmaları neticesinde, Bulgar-Sırp- Yunan-Romen Hırvat- Arnavut halkları Osmanlı’dan koparak Avrupa devletlerinin desteği ile bağımsızlıklarını ilan ettiler. Büyük siyasi çalkantılar yaşandı. Bu çalkantılar sırasında çeşitli siyasi ve fikri cereyanlar ortaya çıktı. Bu fikri ve siyası akımlar üç başlıkta özetlenebilir.
-Türkçülük
-islamcılık
-ittihadı anasır. (unsurların birlikteliği)
Bu siyasal ve fikri akımlardan Türk milliyetçiliği esasına göre şekillenmiş olan ittihat ve terakki Partisi, tarihte herkesin 31 mart vakası diye bilinen bir olay üzerine meydana gelen kargaşa ortamında iktidara geldi ve ülkenin tek hakimi oldu. Dağılmakta olan, imparatorluğun geleceğini sağlama alma endişesi içinde, esas unsuru Türk olan güçlü bir devlet oluşturma arzusu ile Doğuya yöneldi. İttihat Terakki’nin temel siyasal tercihleri, ırk esasına göre şekillenmiş milliyetçilik olup, pozitivist ve maddeci dünya görüşlerine dayalı bir toplumsal düzeni kurmak yönünde gelişmiştir. İmparatorluğun çöküşünün temel nedeni olarak da devletin esas unsuru olan Müslüman tebaanın geriliği ve sahip olduğu dini, ahlaki ve moral değerleri görmektedir. Bu kanaatler daha sonra Cumhuriyet döneminin yönetici sınıfına da intikal etmiştir.
Daha önceleri siyasal anlamda hiç dile getirilmeyen Türklük kavramı İttihat Terakki döneminde konuşulup yazılmaya başlandı. Bu ise devletin içinde yaşayan diğer Müslüman etnik köken ve unsurların ırki anlamda kendilerini fark etmeleri sonucunu doğurdu. İlk defa bu dönemde yani 1908 den sonra Kürtçe dergi ve gazeteler yayınlanmaya başladı. Kürt Teavün Cemiyeti-Kürt Teali Cemiyeti gibi dernekler kuruldu. Kurulan bu derneklerin faaliyetlerinde Osmanlı devletinden Kürtlerin ayrılması veya bağımsız bir Kürt devletinin kurulması gibi faaliyetlerine rastlanmamaktadır. Bu derneklerin Kürtlerin eğitim ve kültürel kimliklerinin geliştirilmesi, sosyal yardımlaşma ve dayanışma amaçlı faaliyetlerde bulunmaları söz konusudur. Temel Siyasal Programları; Osmanlıcılıktır.
Anadolu’nun Türklere açılması ve İslamlaşmasında önemli bir katkıları olan Kürtler, Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan selimin ordusuna katılıp Safevi devletine (Şah İsmail’e) karşı savaşmışlardır. Bu savaş sonucunda İdrisi Bitlisi isimli bir Kürt önderinin gayret ve çalışmaları sonucunda kendi gönülleri ile Osmanlı devletine bağlanmışlardır. Bu bağlanma sırasında Yavuz Sultan Selim tarafından kendilerine tanınan bir kısım idari özerklik ve yönetim şekliyle yerinden yönetim esasına göre asırlarca Osmanlı bünyesinde Müslümanlık bağıyla devlete bağlı olan bir unsur olarak yaşamışlardır. İkinci Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde Osmanlı devletinin askeri ve ekonomik nedenlere dayalı olarak idari yapıda yeniliklere gitmesi ve merkezi yönetimi güçlendiren vilayet sistemine geçmesi nedeniyle Yavuz Sultan Selimin Kürt Beyleri ile yapmış olduğu ahit ve akitler sona ermiştir. Bu ise bölgedeki Beyleri ve Kürt önderlerini huzursuz etmiştir. Bu huzursuzluk sonucu bir kısım itiraz ve başkaldırmalar olmuştur. Tarihte Bedirhanlar ve ŞEYH Ubeydullah ayaklanması diye anılan karşı çıkmalar bu döneme rastlamaktadır. Ancak bu baş kaldırmalar ırk esasına dayalı milliyetçi duygularla yapılmış ayaklanmalar olmayıp, yerel iktidar güçlerinin kendi egemenliklerinin geri verilmesine yöneliktir.
Bilindiği üzere; 1. dünya savaşı döneminde, ABD başkanı tarafından ilan edilen ve Wilson prensipleri olarak anılan deklarasyonda, dağılan imparatorlukların halkı konumunda bulunan ırk ve ulusların, savaş sonrasında kendi geleceklerini kendilerinin belirleme hakkı olduğu ifade edilmiştir. Bu çerçevede eski imparatorlukların hakim olduğu coğrafyalar üzerinde yeni, yeni ulus devletler ortaya çıkmıştır. Savaş sonrasında dağılan Osmanlı imparatorluğunun mirasına sahip çıkan Müslüman unsurlar tarafından emperyalizme karşı Anadolu coğrafyası üzerinde bir savaş verilmiştir. Bu savaşa İstiklal Harbi (Kurtuluş Savaşı) denilmektedir. İstiklal Harbi öncesinde Amasya, Sivas, Erzurum gibi şehirlerde bir kısım toplantı ve çalışmalar yapılmıştır. Bu toplantı ve çalışmaların içinde Türkler ve Kürtler birlikte hareket etmiştir. Yani istiklal harbini Türkler ve Kürtler birlikte vermiştir. Amasya tamimi olarak bilinen metinde, zaferden sonra Kürtlerin de hak ve hürriyetlerinin verileceğinin yazılı olduğu ifade edilmektedir. Birlikte verilen bu mücadele sonucunda zafer kazanılmıştır. Bu hususu ismet İnönü şu sözlerle ifade etmektedir:
Sevr muahedesi ile Kürtler Türkler Gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler Çünkü sevr muahedesi hükümlerine göre doğu Anadolu’da Ermenistan hududu bitişiğinde, bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler Türk vatanının kendileriyle birlikte bilhassa doğuda ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardı. Kürtler Ermeniler gibi, lozana gelip, bize müracaat etmediler. Hatta biz lozanda konuşmalarımızda milli davalarımızı biz Türkler ve Kürtler diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik…
Zaferden sonra ne olmuştur.
Milli mücadele yıllarında vatanı kurtarmak, İslam’ı kurtarmak, Türkiye halkı, İslam milleti gibi kavramlar kullanılırken, 1922 yılından sonra Türk sözcüğüne, Türk ırkına vurgu yapılmaya, Yeni devletin Türk Devleti olacağı vurgulanmaya başladı. 1921 Anayasasında yerel yönetimler güçlendirilerek ademi merkeziyetçi bir yönetim esas alınırken, 1924 anayasası ile merkezi bir yapı benimsenerek, Türklük unsur ve kavramına göre düzenlemelere gidildi. Türklerin hukuku ammesi- her Türk- Türklerin kanun nazarında-….. hak ve hürriyetleri Türklerin tabii hukukundandır- Türkler gerek şahıslarına- iptidai tahsil bütün Türkler için mecburidir- hukuki siyasiyeyi haiz her Türk- Türkiye ahalisi din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk ıtlak olunur. Her Türk milletvekili şeçilebilir- Türk milletinin mutluluğu, Türk devletine yöneltilecek, gibi ırk ve etnik köken anlamında algılanacak kavramlara yer verildi.
Yasa ve mevzuatın değişik metinlerinde yer alan, bunlar ve benzeri ifadeler nedeniyle Kürtler, kendilerinin reddedildiği zehabına ve kanaatine itildiler. Nitekim bu kanaati pekiştirecek bazı demeç ve konuşmalar da işin tuzu biberi oldu. Şöyle ki:
9 mart 1924 yılında Yunus Nadi’nin başkanlığını yaptığı anayasa komisyonunun kanun teklifinde şu ifadelerin yer aldığını görüyoruz:
Devlet Türk’ten başka millet tanımaz… Her yeni millet gibi Türk milleti de aynı ırktan gelmeyen efradı muhtevi olabilir. Ancak Türklük camiasıdır ki, bütün uruku cem etmek kabiliyetini haizdir.
Yine ismet İnönü’nün 1925 yılında kürt ayaklanmaları ile ilgili olarak şöyle konuştuğunu görüyoruz:
Milliyet yegane vasıtai iltisakımızdır. <Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haizi tesir değildir. Vazifemiz türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmasıdır.
İsmet İnönü devrinin adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt 30 ağustos 1930 yılında şu konuşmayı yapmakta bir beis görmemiştir.
Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz; inançlarından bahsetmesi için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türlere hizmetçi olma hakkı köle olma hakkı. Dost düşman ve bu dağlar bu hakikatı böyle bilsin.
O dönemin siyasi ve yönetici sınıfının yukarıdakilere benzer şekilde, çok sayıdaki demeçleri gazetelerde yer almıştır. Yine 1930’lu yıllarda gazetelerde yayınlanan personel alımı ile ilgili bazı ilanlarda, müracaat şartları olarak Türk olmak, Türk soyundan olmak gibi ifadelerin yer aldığı görülmektedir.
Zaferden önce Kürt Beylerine, Kürt Şeyh ve Ağalarına, Aşiret reislerine, Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdığı mektup ve gönderdiği telgraflarda; Osmanlının, Müslüman coğrafyasının parçalanmasından, düşman çizmeleri altında çiğnenmesinden, Müslüman halkın esir ve köle olmasından duyulan endişeler ifade edilmektedir. Müslüman Türk ve Kürt halkının hak ve özgürlüklerinin eksiksiz kullanılmasından bahsedilirken, sonraki yıllarda yaşanan gelişmelerin, Kürtleri hayal kırıklığına uğrattığı ve kandırıldıkları zehabına kapılmalarına sebep olacak olaylar olduğu görülmektedir.
İkinci dünya savaşı öncesi dönemde dünyada ve özellikle çevremizde bulunan devletlerin siyasal sistemleri; totaliter ve ağır devlet otoritesini temsil eden bürokratik yapıların hakim olduğu renkleri taşıyordu. Bu nedenle de toplumu değil devleti önceliyorlardı. İnsanları ve toplumları tek tiplileştirme arzu ve yöntemleri adeta moda haline gelmişti. Bazı ülkelerde asimilasyon zihniyeti ve uygulamaları ortaya çıktı. Türkiye Cumhuriyetini yöneten kadrolar da, bunlardan etkilenerek tek tiplileştirme ve devleti kutsama anlamında uygulamalara ve rejimi tahkim etme gayreti içine girdiler, Bunun tarihi ve sosyolojik olarak altyapısını oluşturmak için gerçeklere aykırı teori ve tezlerle topluma ve devlete yön vermeye kalkıştılar. Bir taraftan Batılılaştırma ve batılılaşma arzusu içinde hareket edilirken diğer taraftan doğulu uygulamalara yöneldiler. Güneş Dil Tarih Teorisi gibi, ilmi hiçbir kıymeti olmayan teorilerle insanlık tarihi ve Türk tarihi gibi konuları uydurma tezlerle çarpıttılar. İnsanların hangi kökten geldiğine dair, kafatası ölçümlerine kadar işi vardırdılar. Bir kısım Dillerin Türkçeden türediği, bir kısım ırkların Türklerden geldiği gibi söylemlerle şartlandırmalara giriştiler. Ülkemizin imparatorluktan kalma kültürel çeşitliliğini bir zenginlik olarak algılamak ve bundan faydalanmak yerine tek kültürlülüğe yönelerek, kültürel çeşitliliği, çok kültürlülük olarak algılayıp, Irki ve Etnik anlamda Türk Kültürünü esas kabul ederek, uygulamalara kalkıştılar, Bu anlamda coğrafi yer isimlerini değiştirdiler. İnsanların çocuklarına koyacakları ve koyamayacakları isimlere kadar müdahaleye kakıştılar. Kültürel tekliliği gerçekleştirmek için zorunlu iskan/göç ve yerleştirme uygulamalarına yöneldiler. Diğer taraftan, toplumun dini ve manevi değerlerini reforma tabi tutma ve çağa uydurma adı altında, ezanın okunuşundan, ibadet diline, şekline, ibadethanelere müdahaleye kadar vardırdılar. Batı kültürü ve hayat tarzını hakim kılmak için çeşitli tören, balo ve eğlence türleriyle, özellikle memur tabakayı uymaya mecbur bıraktıkları davranış kalıplarıyla pozitivist anlayışın temsilcileri ve propagandistleri konumuna düşürdüler. Toplumsal değerleri geri kalmışlığın bahanesi ve gerekçesi kabul ederek, manevi değerlere karşı saygısızlığın ötesinde tahripkar ve tutum içine girdiler. Devlet ve yönetim ile halkın arasının açılmasına sebep oldular. 1930 ve sonrasındaki tek parti uygulamaları neticesinde Türkiye’de Kürtlerin olmadığı, kendilerine Kürt denilen vatandaşların aslında Dağ Türkleri olduğu ve Kürt kavramının dağlardaki karların üzerinde yürürken çıkan kart-kurt şeklinde sesten mülhem ortaya çıktığını söyleyebildiler. Kürtçe konuşmayı yasakladılar. Rejim ve sistemin baskıcı uygulamalarına karşı en ufak şekilde dahi olsa tüm direnme ve tepkiler ile sivil itaatsizlikleri irtica ve kalkışma olarak değerlendirip orantısız ve şiddetli bir şekilde bastırma yöntemlerini uyguladılar. Deyim yerinde ise Türk-Kürt-Çerkez-Laz-Abaza-Arnavut-Gürcü demeden top yekun kendi ideoloji ve anlayışlarına uygun yeni bir ulus oluşturmaya soyundular.
Tüm ülke insanlarını bunaltan katı rejim uygulamalarının etkisiyle Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir bölümü kendilerinin haksızlığa uğradıkları, temel hak ve hürriyetlerinin verilmediği, kendilerinin asimilasyona tabi tutuldukları ve inkar edildikleri düşüncesine kapıldılar. Rejimin kendisine temel dayanak oluşturmak için içeriği ve kalıpları kişiden kişiye değişen ilmi, siyasi ve sosyolojik yönden, ne olduğunu veya ne olmadığını tarif etmenin mümkün olmadığı bir Kemalizm ideolojisinin Dindarları, Kürtleri, Alevileri ötekileştirmiş olduğu ve bu hususlarda ayrımcılık yaptığı, dışlayıcı olduğuna inanan insanların sayısı zaman içinde daha da çoğaldı. Ülkemizde demokrasimizin askeri müdahalelerle sık, sık kesintiye uğramasından doğan sıkıntıların özellikle Kürt kökenli vatandaşlarımız için ciddi sorunlar yaratmış olduğu da bir gerçektedir. Darbeler sonrasında devreye sokulan ve siyasetin üzerindeki askeri baskı ve vesayet nedeniyle de sivil hükümetler tarafından da devam ettirilen sıkıyönetim ve olağanüstü hal sistemi, devlet ile vatandaş arasındaki bağları her geçen gün zayıflattı ve hatta bir kısmıyla da kopardı. Bütün bunların ötesinde Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yüzyıllardır hakim olan Feodal yapılanmaların sökülüp atılamamasının yarattığı siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlar; Özellikle işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik ve eşitsizlik en önemli sorun alanları olarak insanlarımızı bunalttı.
Bütün bunların neticesinde, dünyadaki ve bölgemizdeki siyasal ve sosyal gelişmelerin de etkisi ile 1970li yılların sonuna doğru, etnik ve Marksist ideolojiye dayalı olarak mücadele yapan PKK ismiyle bir örgüt ortaya çıkmıştır. Kuzey Irak, Suriye ve Lübnan’a yerleşen bu örgüt, zaman içinde Türkiye ile sorunları olan Yunanistan başta olmak üzere, Batı Ülkelerinin ve bu ülkelerindeki kimi siyasi çevrelerin lojistik desteğini alarak, Türkiye’de terör faaliyetlerine kalkışmıştır. Kürt kökenli olsa dahi, kendi otoritesine karşı çıkan tüm muhalif grupları da hedef alan bu örgüt, şiddet ve terör estirmeye devam etmiştir. PKK örgütü Küresel güçlerin Terör organizasyonlarının bir parçası olarak Türkiye’ye karşı kullanılmıştır.
Rejimin ve rejime yön veren yönetici sınıfın yanlış ve hatalı uygulamalarına rağmen Türk halkı ile Kürt halkı her zaman bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak kalmıştır. PKK tarafından ayrışmayı gerçekleştirmek için yapılan silahlı eylem ve propagandalara rağmen, Kürtler Türkiye Cumhuriyetinden ve Türklerden et ile tırnak misali kopmayı reddetmiştir. Bölgemiz ve ülkemiz üzerinden çıkar çatışmaları yapan küresel güçlerin ve ülkemizle hesaplaşmak isteyen bazı devletlerin gizli emelleri ve çalışmalarına rağmen, Türkiye Bütünlüğünü, Türklerin ve Kürtlerin kardeşlik ve gönüllü birliktelik esasına dayalı arzu ve iradeleri sayesinde koruyabilmiştir. Bu ülkenin insanlarının ırk esasına dayalı olarak birbirleriyle kavgalı olduğunu kimsenin iddia etmesi mümkün değildir. Sistem ve rejimin yanlışlarını insanlarımıza yüklemek yanlıştır.
Sorun, sistemin felsefesi ve uygulamalarındaki yanlışları ile etnik anlayışa dayalı bazı toplumsal grupların siyasal arzu ve isteklerinde yatmaktadır.
Bu gün gelinen noktada PKK ve O’nun etkisinde olduğu görülen BDP’nin Tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil ettiği ve Kürt sorunu diye isimlendirilen sorunun yegane Muhatabı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Terör ve şiddeti sona erdirmek için Terör ve Şiddeti uygulayanları Muhatap alarak şiddet ve terörü sona erdirmek mümkün olabilir. Ancak, PKK ve BDP ye karşı olduğu halde, hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiğini söyleyen Kahir ekseriyetin sorunlarına çözüm bulmak için kim muhatap alınmalıdır? Böyle bir soruya verilecek cevap tüm ülke insanlarının Muhatap alınması şeklinde olmalıdır.
Ülkemizin ve insanlarımızın sorunlarını çözebilmek, kalıcı şekilde, barış, huzur ve refahı temin edebilmek için yapılması gereken en önemli husus, ileri demokrasiyi hakim kılacak yeni bir Anayasa hazırlamak ve yürürlüğe koymaktır. Bu Anayasanın en temel özelliği, herkesin hiçbir dayatma ve değiştirilmeye muhatap kılınmadan, kendisi olarak yaşayabileceği, evrensel hak ve özgürlüklere sahip olacağı, devletin değil, insanın öncelendiği, katılımcı, çoğulcu bir felsefeye sahip olmasıdır. Bunun içinde Tüm siyasi ve toplumsal aktörlerin bu yöndeki arzu ve gayretlerini fiiliyata koymaları büyük önem arz etmektedir. Kendi haklarımızın ve özgürlüklerimizin garantisinin, başkalarının hak ve özgürlerine sahip çıkmaktan geçtiğini unutmamak gerekir.
TERÖR –KÜRT MESELESİ VE ÇÖZÜM YOLLARI
Küresel güç odaklarının kötü emellerine ve oyunlarına rağmen, terör olaylarının tahrikine kapılmadan sağduyu ile hareket eden milletimiz bir iç çatışmaya girmemiştir. Sorun Halkların birbirleriyle olan zıtlaşması değil, rejim ve siyasal sistemin uygulamaları ile uluslar arası terör siyasetinin çıkar savaşından dolayı ortaya çıkmış bir husustur. Asırlardır, ayın topraklar üzerinde beraberce yaşamış, acıları ve sevinçleri paylaşmış, aynı inancın, medeniyetin çocuklarının, arasına sokulmaya çalışılan fitne nedeniyle ülkemizin ve insanlarımızın huzuru bozulmuştur. Bu duruma son vermek ve terör nedeniyle ortaya çıkan olumsuzlukların etkilerinin artık ortadan kaldırılması gerekir. Bu kirli oyun neticesinde, binlerce insanımızı kaybettik, yüz milyarlarca dolarlık kaynağımız heba oldu. Bu nedenle, hangi gerekçeyle olursa olsun ve kim tarafından ortaya atılırsa atılsın; kamuoyunda son zamanlarda oluşan barış ve esenliğin tesis edilmesine yönelik hava olumlu bir gelişmedir. Toplumsal Barış ve huzurun teminine ilişkin her adım, her türlü girişim ve dile getirilen her olumlu söz desteklenmelidir.
Mesele genel geçer kabuller, kutuplaşmalar, zıtlaşmalar yerine; iyi niyet, feraset ve kararlılıkla çözülebilir. Bu kapsamda yıllardır süren bu kirli oyunu bozmak Türkiye’nin akil insanlarının boynunun borcudur. Dolayısıyla konu hakkında söz söyleyen herkes, insanlarımızın arasını bozacak tavırlardan kaçınmalıdır. Hiç kimse ortamı germemeli ve konuyu saptırmamalıdır. Herkes, gerçekten sorunu çözmek için samimi gayret göstermelidir. Varlığımızı ve geleceğimizi ilgilendiren bu konu bir siyasi risk veya siyasi rant olarak görülmemelidir.
Hepimiz, aynı inancın ve ortak coğrafyanın çocuklarıyız. Aynı medeniyetin mensuplarıyız. İmparatorluk mirasına sahibiz ve bu mirası hep beraber taşıyoruz. Bu milletin inancı, tarihi ve medeniyet değerleri içerisinde ırkçılığın yeri yoktur. İnancımızda, herhangi bir grubun veya ırkın diğerine karşı üstünlüğü ve kibiri asla yer bulamamıştır. İnsanlarımız birbirlerini kardeş bilmiştir. Onun için daha fazla kardeşlik temel ilke olmak zorundadır. Sorun ancak rızaya dayalı birlik ve gönüllü kardeşlik içinde çözebilir.
Bugün bölgemizde yaşanan bölünmüşlük, adaletsizlik ve demokrasi eksikliğinin temelinde emperyalizmin bölgedeki varlığı ve faaliyetleri yatmaktadır. Emperyalizmi bölgeden kovma amacı etrafında bir bütünleşme olmazsa ne Kürt sorunu ne de başka bir sorun çözülebilir. Irak ve Suriye bu anlamda acı ve açık bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.
Dün birbirlerini yiyen emperyalist odaklar, kendi aralarında bütünleşme ve entegrasyona giderken, Ortadoğuda uyguladıkları böl/parçala yönet şeklinde sahneye koydukları, insanların arasına kin ve nefret tohumları saçan Balkanizasyon politikalarına dur demek gerekir. Türkiye bölgemizde, tarihimizi yaşadığımız olan ortak coğrafya üzerinde bütünleştirici politikaların öncüsü olmak zorundadır.
Yüz yıldır bu coğrafyada yaşanan çatışmaların tamamı emperyalizmin bölgeye yüklediği etnik milliyetçiliklerden kaynaklanmaktadır. Dün ABD, Büyük Birintanya ve Fransa’nın, etnik milliyetçilikler icat ederek yaptıklarını, bugün “yeni milliyetçilikler” kışkırtılarak yapmaktadırlar.
Kürdü ile, Türkü ile, Arap’ı ve acemi ile bölge halkları; Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadıkları işgal ve acıları, kardeş kavgalarını bir başka proje ile tekrar yaşayacak bir sona doğru sürüklenmek istenmektedir.
Bölge halklarının birleşmek için birçok sebep ve imkân vardır. Emperyalizmi bölgeden kovmak, kaynaklarına ve onuruna sahip çıkmak, insanları için barışı tesis etmek, çocuklarına güzel bir gelecek kurmak… Bunu hiç bir bölge ülkesi tek başına yapamaz, bu, ancak bir birlik düşüncesi ile mümkündür. Kürt meselesi de nihai olarak ancak bu şekilde çözülebilir. Bütün bunların olabilmesi için bölge halklarını birbirine yakınlaştıracak bir çimentoya ihtiyaç vardır. Bu çimento, uygarlığın ilk filizlendiği, bir dizi parlak medeniyetin vatanı ve aynı zamanda farklı medeniyet dünyaları arasında asırlarca köprü olagelmiş bu bölgenin emsalsiz tarihsel miras ve birikimidir.
Bölge halklarının beslendiği bu zengin tarihsel/kültürel mirasın çoğul karakterinden, katılımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü değerler damıtılarak, önlerine dikilmeye çalışılan kaotik ve karanlık geleceğe meydan okunabilir. Emperyalizmin başta bölge olmak üzere bütün dünya üzerinde icra ede geldiği saldırgan, sömürücü ve yağmacı politikalarına karşı yeni bir bakış açısı ve bir önermeler dizisi üretilebilir. Bu sadece bu bölge için değil, bütün bir insanlık için yeni bir umuttur.
Bunun için her şeyden önce yeni bir medeniyet perspektifine ihtiyaç vardır. Eşitlik, merhamet ve adalete dayanan bir medeniyet…
Temel kavramları insaf, kardeşlik, eşitlik, adalet, hak, hukuk, paylaşma, alın teri, vicdan, merhamet, onur olan kendi medeniyetimizin değerleri esas alınmadan sorunun çözülmesinin zor olduğu gözden ırak tutulmadan meseleye yaklaşılması gerekir. Kendi medeniyetimiz ön plana alınmadan ne ülkemizin ne bölgemizin sorunu ve ne de diğer sorunlar çözülebilir.
Kürt sorunu her şeyden önce, bir Türk sorunudur. Nasıl ki başörtüsü sorunu ile fakirliği, gayrimüslim vatandaşların sorunlarıyla, eğitim sorunu, Alevilerin sorunları ile örgütlenme sorununu ayırmak mümkün değilse; Kürt Sorunu da bu ülkedeki her kesim, sınıf, ırk ve ferdin ortak sorunudur. Bu nedenle bu alanda atılacak adımların muhatabı herkestir. Bu nedenle sadece herhangi bir etnik unsurun değil, tüm milletin muhatap alınarak, özgürlüklerin genişletilmesi ve ileri demokrasinin tesis edilmesi hedef alınmalıdır.
Gerginleştirici üslup yerine, sükûnet ve işbirliği içinde, katılımcı ve demokratik usul ve esaslara göre hareket edilmelidir.
Sorun, iktidar partisinin sorunu olmayıp, Devletin sorunudur. Çözümün adresi de Devlettir. Kimse sorumluluktan kaçma hakkına sahip değildir. Kim neyi, niçin ve nasıl yapacaksa açıkça bunu söylemelidir. Çekincesi ve itirazı olanlar da hiç çekinmeden düşüncelerini kamuoyuna ilan etmelidir. Devlet adına sadece ve sadece TBMM adres olmalı, sivil ve askeri bürokrasinin bu sürece katkısı TBMM üzerinden sağlanmalıdır.
Siyasi partiler arasında; sorunun çözümüne fayda yerine, zarar verecek tavır ve tartışmalardan, siyasi rant veya risk beklenti ve endişesinden uzak kalınmalıdır.
Sivil toplum kuruluşları ve toplum önderi kabul edilen kesimlerin görüşlerinin dikkate alınması ve bunun önünün sürekli açık olması sağlanmalıdır. Bu konuda itirazı olanların sürece dâhil edilmesinin yöntemleri bulunmalıdır.
Sorunun akşamdan sabaha hemen çözüleceği beklentisi yerine umutları canlı tutacak bir sabır ve kararlılıkla hareket edilmelidir.
Milli birlik ve bütünlüğü sağlayan dini, manevi, kültürel ortak paydaların güçlendirilmesi amacıyla özel programlar devreye sokulmalıdır. Bu bağlamda manevi değerlerle ilgili eğitime önem verilmelidir.
Milletin terörle yaralanmış vicdanı ve Kürt vatandaşlarımızın masum talepleri arasında çelişki oluşturulmamalı ve halkımızın makul ekseriyetinin kabul edeceği yöntemlerle çözüme ulaşılmalıdır.
Çözümü bir dayatma olarak değil Türkiye Cumhuriyeti ile vatandaşları arasında bir uzlaşma, barışma süreci olarak anlamak ve kabul etmek gereklidir.
YAPILMASI GEREKENLER:
Siyasi ve hukuki bir reform süreci başlatılmalıdır. Dayandığı felsefi arka planı herkesi zorunlu olarak Müslüman, Türk, Sünni ve seküler olarak gören, bu nedenle de Türk, Müslüman, Sünni ve Seküler bir ulusculuğu esas aldığı için; Kürtlerin, gayri Müslimlerin, Alevilerin ve dindar kitlelerin kendilerini ötekileşmiş, sistem dışına itilmiş, horlanmış ve dışlanmış hissetmelerine neden olan Anayasa ideolojik yapıdan arındırılmalıdır. Yeni bir anayasa hazırlanmalı ve halkın onayına sunulmalıdır. Sadece Kürtler, dindarlar, Aleviler veya gayrimüslimler için değil; tüm vatandaşlar için genel kabul görmüş normları içeren bir anayasal sistem oluşturmak ve mevcut aktörlerin hükümferman eğilimlerinin önüne geçmek gerekir. Herkesin kendisi olarak kalabileceği, bireysel ve kültürel haklarına sahip olacağı, kültürünü geliştirebileceği, güvende olacağı, karnının doyacağı, onuru ile kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile bireylerinin geçimini sağlayabileceği, haksızlığa uğrayanın hakkının kendisine teslim edileceğinden emin olacağı, insanların kendi yöneticilerini kendi hür iradeleri ile seçebileceği şartların oluşturulmasına zemin ve imkan hazırlayacak olan bir anayasal sistem kurulmalıdır. Güçlü ve zengin bir devlet oluşturmak değil, özgürlük, adalet ve refah prensipleri içerisinde güçlü bireyler üzerinde yükselen Yeniden Büyük Türkiye’yi inşa etmek temel hedef olmalıdır. Her vatandaşın kendisini özde vatandaş olarak göreceği bir ortam oluşturulmalıdır.
Anayasa herhangi bir etnik kimliğin ve ideolojinin hamisi ve taşeronu olamaz. Mevcut anayasa ile Kürt sorunu çözülemez. Anayasada sadece Kürt sorunu ile ilgili düzenlemeler yapmakla da bu sorun çözülemez. Türkiye, 20. yüzyılın küresel sisteminin dayattığı ve artık anakronikleşmiş ideolojik devlet formatını bir an önce aşmalı ve demokratik, adil bir siyasal sistemin inşasına başlamalıdır.
Vatandaşlık tanımını; etnik tanımlamalardan arındırılarak tamamen hukuki bir zemine bağlanmalıdır. Anadilde konuşma, yazma ve öğrenmenin bir hak olduğu kabul edilerek her türlü tartışmanın dışına çıkartılması gerekir. Şahıs ve coğrafi isimler üzerindeki engeller kaldırılmalıdır.
Geniş katılım ve temsile uygun olarak, tüm toplumsal kesimlerin arzu ve iradelerini siyasete yansıtacak şekilde, bir siyasi partiler düzeni ve seçim sistemi getirilmelidir.
Halktan kaynaklanmayan ve millete dayanmayan hiçbir iktidar odağı olmamalıdır. Hizmetlerin gerekliliği ve veriliş şekli dikkate alınarak, yerinden yönetim prensipleri esas alınmalı, bu hizmetleri sunacak olanların halkın katılımı ile iş başına gelmeleri öncelenmelidir.
EKONOMİK ALANDA YENİ ADIMLAR ATILMALIDIR.
Son 10 yıllık süreçte alt yapı olarak önemli hizmetler götürülmüş ve eğitim alanında epey mesafeler alınmış ise de, Doğu ve Güney Doğu bölgesindeki vatandaşlarımızın önemli bir kısmı halen devletin sosyal desteklerine büyük ihtiyaç duymaktadır. Terör olayları, Bölgenin ekonomik sorunlarını daha da derinleştirmiştir. İşsizlik ve yoksulluk yapısal hale gelmiş, bu durumdan kurtulmak isteyen vatandaşlarımız baba ocağından göç etmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle Bölgeye yönelik bir ekonomik telafi programı uygulanmalıdır. Bölge halkının iyi bildiği ve bölge şartlarının fevkalade müsait olduğu tarım ve hayvancılık alanıyla diğer sektörlerde özel destekler sağlanmak suretiyle insanlarımıza iş ve aş sağlanmalıdır. Bu bağlamda organik tarım ve hayvancılık teşvik edilmelidir. Ayrıca, bölgede istihdamı artırmak için örneğin KİT benzeri sistemlerin devreye sokulması, hazine arazilerinin topraksız köylüye verilmesi gibi önlemler de tartışılabilmelidir. Ayrıca sorunu çözerken yeni sorunlara kaynaklık edilmemeli, örneğin koruculuk sistemi kaldırılırken bu insanlara hayatlarını insanca idame ettirebilecekleri iş sağlanmalıdır. Kamu hizmetlerinin etkin ve verimli bir şekilde yürütülebilmesi için istihdamı teşvik edici bir Kamu Personel Rejimi ihdas edilmeli ve bölge sürgün bölgesi olmaktan çıkarılmalıdır.
REHABİLİTASYON POLİTİKALARI UYGULANMALIDIR:
Devlet geçmişteki uygulamaları nedeniyle zarar görmüş vatandaşlardan helallik dilemelidir. Bu husus bir devri sabık yaratmak amacıyla değil, geçmişte yaşananlardan ibret ve dersler çıkarmak ve vatandaşla barışmak amacıyla yapılmalıdır. Geçmişte Yapılan hataların kabulü, devletten hesap sormayı değil, vatandaşın Devlete olan güvenini artıracaktır.
Kamu personelinin bölge vatandaşlarına yönelik davranış farkı önlenmelidir.
Kamu Personelinin yaptığı insan hakları ihlallerinin önüne mutlaka geçilmesi ve yanlışların hesabı sorulmalıdır.
Başta ilköğretimde her sabah okunan “Andımız” olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarında etnik ayrımcılık çağrıştıran ifadeler ve uygulamalar kaldırılmalıdır.
Terör olayları, diğer sorunların çözülmesinin önünde engel ve bahane olmuştur. Terör; Geçmiş dönemlerde, insanî ve demokratik talepleri geri çevirmenin gerekçesi, muhalefeti sindirmenin aracı halinde kullanılmıştır. Kalkınma ve refaha harcanması gereken kaynaklar, terörle mücadele nedeniyle heba olmuştur.
Artık, milletimiz bu kirli oyunun sona erdirilmesini istemektedir. Kanın kanla yıkanmayacağı gerçeğinden hareketle beyaz bir sayfa açmak her zamankinden önemli hale gelmiştir.
Bu süreçte dağdakiler, “planlayanlar” ve “kullanılanlar” olarak ikiye ayrılarak ele alınmalıdır. Yönetici kadrosunda olmayan, kullanılan tüm örgüt elemanları “Bağışlama” kapsamına alınarak, normal hayata dönmeleri için yeni bir fırsat verilmelidir. Bağışlama kapsamına alınan örgüt üyeleri belirli bir süre psikolojik rehabilitasyona ve siyasi yasağa tabi tutulmalıdır. Kamuoyu vicdanını rencide edici durumlardan sakınmak gerekir.
Bağışlama sürecinin konuşulabilmesi için öncelikle terör örgütü koşulsuz olarak silah bırakmalıdır.
Çözüm sürecinde, her türlü güvenlik önlemleri en üst seviyede alınarak, her türlü provokasyonun önüne geçmek için rutin operasyonlar durdurulmalıdır.
Bu süreçte, terör örgütünün veya onunla ilintili güç odaklarının yapacağı tüm provokasyonlara karşı sağduyulu davranılmalıdır. Çünkü, bu süreçte en fazla ihtiyaç duyulan şey adalet ve merhamet esaslı KERİM DEVLET anlayışının tebarüz etmesidir.
görüşlerinize katılmamak mümkün değil, hatta bir devlet büyüyümüz kurulan cumhuriyetin adının Osmanlı Cumhuriyeti olsaydı kimse ırk’tan bahsetmezdi demiştir.