“ALLAH’IN EVİ” VE SİYASET
TOMA’dan gelen suyla aykları yerden kesiliyordu çoğunun…
Kafaüstü düşenler oluyordu, kan-revan içinde…
Biber gazı önce gözlerine vuruyordu insanların.
Sonra genizden başlayarak ciğerleri dağlayıp dağılıyordu şarapnel parçası gibi bedenlerinde…
Coplar dayanılmaz acı veriyordu…
Tahta sopalarsa derin izler bırakıyordu indikleri yerlerde.
Tekme-tokat birbirine karışıyordu.
*
Baygındı bazıları…
Kandan yüzü tanınmayanlar vardı.
Soluk alamayanlar, acıyla kıvrananlar…
*
En çok da gururları yaralıydı…
Umutları…
*
Birazcık kendini iyi hissedenler bu arkadaşlarını omuzladıkları gibi o cehennemden dışarı çıkarmaya, kaçırmaya çalışıyorlardı.
Ama sığınacak bir yer yoktu ki etrafta.
*
Artık soluklarının yetmeyeceğini hissettikleri anda en önde olan genç Bezm-i Alem Valide Sultan Camisi’ni gördü.
“Allah’ın evi” diye geçirdi içinden ve hemen oraya yöneldi.
Ardındakiler de izlediler kendisini.
Öndeki çocuk; “Allah’ın evi demek günah mı acaba?” diye düşündü ve ardından da; “Allah’ın evi gönüllerdir ama halkımız camilere bu adı vermiş, ne yapayım” diye geçirdi içinden.
*
Ayakkabılarını çıkararak yaralıları içeri taşıdılar.
Gönüllü doktorlar vardı…
Tıp fakültelerinin gencecik öğrencileri koşup gelmişlerdi…
Hemşirelerin bir kısmı formalarını bile çıkarmadan uçmuşlardı adeta.
Ve hepsi de elele vererek orasını gerekli tıbbi malzemelerle adeta bir ecza deposu haline getirmişlerdi.
Her biri bir yaralıya ve baygın olanlara müdahale etmeye başlamışlardı.
*
Camiye ilk yönelen çocuk yaşındaki genç uzandığı yerden düşünüyordu.
Bu cami II. Mahmut’un eşi ve Abdülmecit’in annesi Bezm-i Alem tarafından yaptırılmıştı.
*
Camiyi oğlu Sultan Abdülmecit annesinin anısına 1855 yılında tamamlattırarak Bezmialem Valide Sultan Camii adı altında hizmete açtı. Cami zamanla Dolmabahçe Sarayı’na yakınlığı nedeniyle o adla anılmaya başlandı.
“Allah razı olsun kendisinden” derken sızıp kalmıştı olduğu yerde.
*
Ertesi akşam daha büyük olaylar yaşanmaya başlamış, yaralılar daha da çoğalmıştı. Ortalık cehennemi andırıyordu… Çığlıklar, haykırışlar göklere uzanıyor ve insanlar çil yavrusu gibi dağılıyorlardı.
Yine güzel yürekli insanlar yaralıları kucaklarıyla, sırtlarıyla ve elele vererek o cehennemden çıkarıp iyileştirecek yar aramaya başlamışlardı.
*
Onların yolu da Bezm_i Alem Camisi’ne düşmüştü.
Ama bu kez arkalarından polisler kovalıyordu. Yakaladıklarını yaralı-bereli demeden yeniden hırpalıyorlar ya da gözaltına alıyorlardı.
Can havliyle attılar kendilerini caminin içine ama bu kez ayakkabılarını bile çıkaracak zaman bulamamışlardı.
*
Ve hemen gönüllü doktorlar, asistanlar, hemşireler görev başı yapmışlardı.
*
Cami görevlisi tedirgindi.
İnsanlar manen en sıkışık zamanlarında nasıl ki Allah’a sığınıyorlarsa, yine böyle dar zamanlarda da Allah’ın evine sığınabilirlerdi ama herkes o bilinçte değildi ki…
“Tutar bir yobaz şikayet ederse başım derde girer” endişesine kapılarak önce doktorlar ve yaralılarla konuştu. Sonra da polislerle…
İki tarafla anlaşınca yaralıları ve sağlıkçıları camisinden uğurlamış oldu.
*
Ertesi gün bomba patladı…
O hoyrat ve acımasız yürekli insanlar, siyasetçiler ve yandaş basın kıyameti kopardı:
“Camide içki içildi, ayakkabılarla girildi” ve daha neler…
*
Ben Allah’tan ve kuldan utandım, onlar tınmadılar bile.
O gün bir makale okudum:
*
Yazar: Süleyman GÜNDÜZ (Hakikatin Bilgisine Ulaşmak)
Gazete: YENİ ŞAFAK (9 Haziran 2013)
Allah korkusuyla yazılmış bir yazı ruhumda bahar havası oluşturdu.
O yazıdan kısa bir paragraf alalım:
*
“Cami müezzini Fuat Yıldırım olayları yeniden yaşar gibi anlattı. Ayrıca tümünün görsel kayıtlarını yapmış. Cumartesi ve Pazar akşamı Dolmabahçe’de biriken göstericilere polis müdahale edince bir grup camiye sığınmak zorunda kalmış. İlk gün yeterli bir zaman bulunduğu için ayakkabıları çıkartarak camiye girmişler. İkinci gün müdahalenin şiddet dozu arttığı için göstericiler can havliyle ayakkabılarını çıkartmadan cami kapısının anahtarını kırarak içeri girmişler. Müezzin Fuat Bey göstericileri sakinleştirmiş, yaralananlara camide tedavi imkanı tanımış. Ne alkol alan ve ne de içen bir kişi görmemiş. Polislerle konuşmuş ve ortalık sakinleşince göstericileri camiden sükunetle çıkartmış. Son cemaat mahfilindeki pencerede ezik bir bira kutusu kalmış. Oraya nasıl bırakıldığını görmemiş”
*
İşte gerçekler…
Hükümete yakın bir gazetenin yine yakın bir yazarının makalesi…
Cami imamı ve müezzininin açıklamaları…
Allah razı olsun bu Cami’yi yaptıranlardan ve o gece yaşanan gerçekleri anlatan ve yazanlardan…
*
Bu oyunu 1950’li yıllarda Demokrat Partililer de oynamıştı.
Ve hala daha bazı siyasetçiler o iğrenç iftirayı hala daha dillendirirler.
Neymiş?…
“CHP, 1940’lı yıllarda camileri kapatıp, içine arpa-buğday doldurmuş…”
Yazıklar olsun bu iftirayı atanlara…
*
2. Dünya Savaşı’nın en sıkışık yılları…
Hitler tüm Avrupa’yı almış ve Trakya sınırımıza dayanmıştı.
Askerlik 4 yıla çıkarılmış, belli yaşlardaki insanlar da askere çağrılmıştı.
Ve ülkede EKMEK KARNEYE BAĞLANMIŞTI…
*
Ülkede bir tek silo yoktu.
Köylerde, ilçelerde ve illerde bile yeterli devlet dairesi de yoktu.
Kamuya ait tek yer camilerdi.
Ve namaz ibadeti her yerde yapılabilir ama giden bir vatan bir daha geri gelmeyebilirdi. O nedenle üçü-beşi geçmeyen bazı ender sayıdaki camilere bu stoklar yapılmıştı.
Bir kez “daha yazıklar olsun, dini ve camiyi siyasete alet edenlere.” Diyorum.
Allah onlara gerekeni yapacaktır inancındayım.
Mustafa Bey ülkeyi bu kadar zarara uğratan, her tarafı yakıp yıkanları ne kadar da masum aktivistcikler olarak anlatmışsınız. Yanlısınız, provekeye alet oluyorsunuz, hiç inandırıcı değilsiniz. Bir vatandaş olarak benim bu memlekette hakkım varsa, yakan ve yıkanlara/ onların yanlarında olanlara HELAL ETMİYORUM. Gazetecilik tarafsız yapılır diye biliyordum. TARAFSINIZ. Ayrıca o doktorların da kim olduğunu gördük. 7 ayrı hırsızlık sabıkası olan, cinayetten aranan DOKTORLAR. Söylenecek söz yok. Sözümüzü sandıkta söyleyenlerdeniz biz.